Taraftarlık zor bir zanaat. Hele hele bir de sportif başarı olarak sana çok fazla şey vadetmeyen, vadedemeyen bir kulüple gönül bağı kurmuşsan, zorluk katsayısı daha da artıyor. Her hafta en az bir maçın oynandığını, oynanan maç sonunda tabelada yazan skorun ruh halimizle kukla gibi oynadığını ve hafta boyunca sosyal medyaya maruz kaldığımızı dikkate aldığımızda, zaman algımızı ve olaylara geniş perspektiften bakma becerimizi kolaylıkla kaybedebiliyoruz. Dün Bandırma maçından sonra bunu bir kez daha anladım.
Aslında Alkaralar ve çoğu Gençlerbirliği taraftarları olarak bu makro bakış açısına sahip olmadığımızı söylemek kendimize haksızlık olacaktır. Öyle ya, 2006’dan beri yazıp çiziyoruz, konuşuyoruz, bu yolun sonunun nasıl kahverengi bir yere çıkacağını anlatıyoruz. Son sezonlarda maddi ve manevi büyük yıkımlar yaşamış bir camia olarak karamsarlığımız öyle bir noktaya gelmişti ki, çoğumuz “kulüp yaşasın yeter” derken bulmuştuk kendimizi.
Öyle ya da böyle, takvimler 10 Haziran 2021’i gösterdiğinde, Gençlerbirliği tarihinde yeni bir bölüm açıldı. Yüklü miktarda borçla küme düşmüş, üstüne üstlük Ankara ve ülke kamuoyundaki görünürlüğünü ve saygınlığını yitirmiş bir kulüp olarak, böylesine dip bir noktada taşın altına elini koyan insanlar olmasına ve bu insanların her anlamda “dolu” insanlar olmasına isteyen şans desin, isteyen “işte camiamızın ölüsü bile yetiyor” desin. Fark etmez. Hafızalarımızda 1 yıl geriye sarmamız ve geçen yıl bugünlerde nasıl bir ruh hali içinde olduğumuzu hatırlamamız bile, 10 Haziran 2021 tarihinin önemini (yeniden) anlamamıza yetecektir. Bunu, ölümü hatırlatıp, sıtmaya razı etmek için söylemiyorum. İlk paragrafta da bahsettiğim, 3 günde bir maç yaptığımız ve sanki her gün kulüpte bir olay oluyormuş hissiyatına kapıldığımız bu dar açılı lenslerimizi çıkarıp, daha geniş açılı lenslere ihtiyaç duyduğumuzu ifade etmek için söylüyorum.
Hem dünya futbolu, hem Türkiye, hem ülke futbolu hem de Gençlerbirliği tektonik kırılmalardan geçtiği zamanları yaşıyor. Dünyada futbol eğlencesi ve ekonomisi giderek daha eşitsiz ve elit bir yapıya bürünüyor. Türkiye’nin son 20 yıllık siyasi atmosferinde majör dönüşümler yaşayacağımız bir noktaya doğru gidiyoruz. Ama tüm bu dönüşüm ihtimallerine rağmen, hala mevcut iktidarın yarattığı rant ve hukuksuzluk sarmalı, yeni Başakşehirler yaratmaya devam ediyor ülke futbolunda. Başakşehir, Kasımpaşa, Karagümrük, Ümraniye, Eyüp, Tuzla, Pendik, Sancaktepe… Liste uzayıp gidiyor. Öte yandan, yakın geçmişin balon yayın gelirleri ve astronomik harcamaları artık mazi oluyor.
Bizse, yeni bir döneme ve yeni bir lige alışmaya, varlığımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. Değişen sistemde kendimize bir yer edinmeye, bunu yaparken de kendimizi dönüştürmeye çalışıyoruz.
Kolay değil elbette, yaklaşık 40 yıllık bir tek adam yönetiminden sonra, art niyetli bir son dönemden sonra, kurumsallaşmanın K’sinden bahsedemediğimiz bir aile hanedanlığından sonra, makro düzeyde bu kadar majör dönüşümler yaşanırken ve milyonlarca lira borç varken bu çabayı devam ettirmek kolay değil.
18 yaşında gelecek vadeden oyuncunun babası sadece 1 yıllık sözleşme yenilemeye yanaşırken, altyapımızdan yetişen oyuncular, 10.000 liralık (678 dolar) beraberlik primlerini bir hafta geç alacakları için organize protestolar gerçekleştirirken hiç ama hiç kolay değil.
Ne yazık ki geçtiğimiz sezon Murat Cavcav’a karşı taraftarlar arasında yürütülen kolektif muhalefet kendi Frankenstein’ını yarattı. Geçen sene kendi çalıp kendi oynayan, fütursuzca milyon Euroları harcayan, kulübü maddi ve manevi erozyona uğratan ama hiçbir şekilde hesap verme gereği hissetmeyen yönetime karşı kullandığımız gücümüzü, kılıcımızı, parmağımızı bu sene bir türlü indirmeyi başaramadık. Bazen bir mağlubiyet sonrası en saf taraftar duygularımızda açığa çıktı bu, bazen geçtiğimiz senelerin üzerimizde bıraktığı paranoyadan dolayı açığa çıktı, ama bazen de (ve belki çoğu zamanda) art niyetli bir klikçilik şeklinde ortaya çıktı. Taraftarın yönetimler üstünde bir kontrol mekanizması olması gerektiği fikrine katılmamak elde değil. Ama üzülerek söylemek istiyorum ki camianın üzerinde bir zehir bulutu dolaşıyor ve 2010’lu yılların Ankaragücü’ne benziyoruz giderek. İşin kötüsü, Ankaragücü bu tip zehirli atmosferlerde hayatta kalmak konusunda kaşarlanmış olsa da, bizim için bu zehir bulutları giderek bir “gaz odası” görevi görmeye başlayacaktır. Böylesi zehirli bir ortama, iyi yönetici, oyuncu, taraftar, sponsor çekmek de zordur, bu ortamda mevcut yönetici, oyuncu ve taraftarı tutmak ve motive etmek de zordur. Kısacası, bu zehir bulutunda herhangi bir güzelliğin yeşermesi mümkün değildir ve bu buluta katkıda bulunmamak ve onu dağıtmaya çalışmak Gençlerbirliği için bir beka meselesidir.
Kurumsallık dediğimiz şey Migros’ta kalitelisi, BİM’de ucuzu satılan, bütçene göre raftan 2 tane alıp eve geldiğin bir şey değil bildiğim kadarıyla. 40 yıldır tüm kurulları ve camiası yok sayılmış bir kulübe yeni gelen/gelecek bir yönetimden beklentilerimizi gerçekçi tutmalıyız ve bu beklentiler için sabırlı olmalıyız diye düşünüyorum. Bu sezonun kendine has özellikleri ve baskılarından dolayı, iyi niyetli ama çoğu zaman bireysel/amatörce atılan adımları gördük. Bu adımlar bile topluma/okullara/kente erişim, yitirilen görünürlük ve saygınlığın geri kazanılması gibi noktalarda verimli oldu. Dünkü maç bunun en güzel örneğiydi. Uzun yıllar sonra ilk kez böylesi güzel bir tribünde takımımızı destekleme şansına eriştik. Gençlerbirliği’nin doğasına uygun şekilde kadın futboluna alt yaşlardan yapılan giriş, futbol okullarının Ankara geneline yayılması için belediyelerle yürütülen işbirlikleri, yıllardır kulübe üye olmayı bekleyen yüzlerce Gençlerbirliği taraftarının artık kulüp üyesi olması da geniş lensle baktığımızda gözümüze çarpan önemli çıktılar bence.
Sportif başarı kısmı ise başarıyı nasıl tanımladığımıza göre değişecek olan sübjektif bir konu. Kulübün sene başından beri hedefi ifade edişindeki gelgitlerden dolayı herkeste farklı beklentiler oluştu. Kendi açımdan baktığımda, “kafamızın, daha yapısal meselelere rahatlıkla enerji harcayabilecek kadar rahat olduğu” bir sıralama benim için sportif başarı kriteriydi. Yani o hep tribünden bağırdığımız akmaz kokmaz sekizincilik hedefi… Ama hem ligin 7. ve 15.’si arasındaki puan farkının da gösterdiği gibi hem de maddi sıkıntılar/sakatlıklardan dolayı “döşümüzü kaşıya kaşıya yapısal reformlara kafa yoracak” noktaya bir türlü gelemedik. Puan durumumuzla ilgili üzüntüm de budur.
Ekonomik olarak ise bu sezonun “Eskişehirspor veya Karabükspor olmama” sezonu olduğunu düşünürsek, tüm kur sıkıntılarına, transfer yasaklarına ve söz verilip de gelmeyen desteklere rağmen bu sezonu sağ salim atlattığımızı düşünüyorum. Mayıs ayında oluşacak yeni yönetimin, gerek kendi içinden, gerek reklam/sponsorluklar yoluyla ve gerekse de şirketleşme formülleri ile kulübün borcunu peyderpey kapatacağını umuyorum. Niyazi Bey’in devam edeceğine, iyi niyetine sıkı sıkıya tutunan, giderek daha profesyonelleşen ve kurumsallaşan bir yönetimin kurulacağına inanıyorum.
Çok uzattım farkındayım. Ama farklı farklı masalarda farklı insanlarla yaptığım sohbetlerde ortaya çıkan genel resmi bir de yazıyla ifade etmek istedim. Puan cetveline baktığımızda hala her şey olabilir ama ben kendimi iyisine hazırlıyorum. Gençlerbirliği olarak değişen sistem içerisinde belki de önümüzdeki 10 yılı bu ligde oynayarak geçireceğiz ve belki de geçirmeliyiz. Eskimiş, köhnemiş yanlarımızı onarmak, kendimize bir kimlik, misyon ve vizyon biçmek için ve bu kimliğe uygun hedefler için güç biriktirerek biraz durulmamız lazım. 100. yılımızda süper lige yükselmeyi ben de çok isterim elbette. Ama öte yandan ucundan kıyısından playoff hedefleyen ve her maçını dünkü atmosferde oynayan bir A takım, kadın futbol takımımızın maçlarına gitmek, kulüp olarak en az bir salon sporunda profesyonel seviyede mücadele etmeye başlamak, altyapımızın yine eski zamanlarına döndüğünün ipuçlarını görmek de beni aynı şekilde mutlu eder. Ama kulübe dair güzelliklerin artması ve kalıcılaşması için (o güzelliği ne şekilde tarif ederseniz edin) öncelikle camianın üstündeki mevcut zehir bulutunun dağılması lazım.
Dünkü maçta sahada ve tribünde gördüklerim (maç sonundaki krizi saymazsak), benim Gençlerbirliği’nde görmek istediğim hareketler. 3-4 günde bir oynadığımız maçlarda aldığımız iyi-kötü skorların benim açımdan bu büyük resmin önüne geçmesine izin vermeyeceğim. Gençlerbirliği’nin kurtuluşunun da bu damara tutunmaktan geçtiğini düşünüyorum.