PROBLEMLERİ TESPİT EDELİM
Gençlerbirliği markasının şu an içerisinde bulunduğu krizi üç ana başlıkta inceleyebiliriz diye düşünüyorum. Birincisi, Türkiye genelinde spor kulüplerinin ve sair markaların içinde bulunduğu krizlerden etkilenen Gençlerbirliği; ikincisi, Ankara kentinin bir yandan müthiş bir düşüşte bir yandan da (alt kültürün yoğun ilgisi sayesinde) garip bir yükselişte olan marka değerini fırsata çeviremeyen Gençlerbirliği; son olarak, basiretsiz bir yönetim ve gün geçtikçe umudunu yitiren ve bir kısır döngü kavgasına giren taraftarlar yüzünden yıpranan Gençlerbirliği.
1. Türkiye Genelinde Yaşanan Kriz
Yurt içinde ve yurt dışında, ülke olarak müthiş bir prestij kaybı içerisinde olduğumuz herhalde su götürmez bir gerçek. Ürettiğimiz bazı markalar dünya çapında ses getirebiliyorken, bu başarımızı örnek alarak yeni başarılar üretemiyoruz ve var olan başarılarımızı da (birkaç örnek dışında) maalesef sürdürülebilir kılamıyoruz. Bu aslında yıllardır var olan bir durum, yani bir krizden ziyade bir epidemik. Ama var olan bu epidemiğin üzerine bir de ağalık rejimi sorunu, bir kriz olarak çıktı karşımıza. Burada bahsettiğim şey, güncel siyaset ya da bir siyasi isim, bir siyasi parti, bir siyasi figür değil. Neredeyse her kurumda bir yozlaşma, kurumsallığın ortadan kalkması, kişiler ve isimler üzerinden yürüyen bir varlık ve beka söylemi söz konusu. “Ben olmazsam mahvolursunuz.” ya da “Biz olmazsak mahvolursunuz.” söylemleri revaçta. Hukukun ve insan haklarının gereği unutuluyor, varlık söylemi üzerinden durmadan bir savaş düzeni içerisinde olduğumuz haykırılıyor. Makyavelci bir anlayışla, savaş sırasında her şey de mubah görülüyor. (Aziz Yıldırım’ın, “Şike yaptıysam Fenerbahçe için yaptım.” demesini hatırlayın.)
Bu durum, kurumların ve olguların içinin boşalmasına sebebiyet veriyor. Benim son yıllarda gözlemlediğim şey şu: Süper Lig şampiyonlukları eskiden müthiş bir coşku ve heyecan sebebiyken, son yıllarda aynı coşku ve heyecanın olmadığını, şampiyonluk sevincinin feci şekilde sönük kaldığını gözlemliyorum. Bilmiyorum, benim gözlemim mi yanlış acaba?
Bu kurumsallığın ortadan kalkması ve ağalık rejiminin hâkim olmasıyla birlikte, özellikle gezi parkı eylemleri sırasında ve sonrasında, kentin ve sokağın marjinalleştirilmesi söz konusu oldu. Çünkü kişiler üzerinden bir sistem kurulduğu zaman topluluk kimliklerinin yok edilmesi ya da bu kimliklerin içinin boşaltılması gerekir. Bu yüzden, genç olmak marjinalleştirildi, heyecanlı olmak marjinalleştirildi, mutlu olmak ve eğlenmek marjinalleştirildi, vb. El hasıl, şehirli olmak marjinalleştirildi. Kentler ile banliyöler plansızca birbirinin içerisine geçirildi. Banliyö kentciklerinin kimlikleri yok edildi ve banliyödekiler hızlı trenlerle, metrolarla, metrobüslerle, ekspres otobüslerle kent merkezine taşındı. Kentlerin önemli simgeleri yağmalandı, meydanlar betonlaştırıldı, kültür merkezleri işlevsizleştirildi vesaire. Ama tüm bunların yanında, Türk insanının futbola olan aşırı düşkünlüğü yüzünden belki, kentin içinden futbolu çıkarmak o kadar kolay olmadı. Bütün muhalif söylemler, hareketler, oluşumlar, birliktelikler kontrol altına alınabildi ama tribünler (ilk etapta) kontrol altına alınamadı.
Bundan önceki yazımda, bırakın stadyumlar onların olsun demiştim, hatırlıyorsunuz. Aslında bu sözü şöyle değiştirebilirim diye düşünüyorum: “Stadyumlar çoktan onların oldu!” Taraftarlar, yasa marifetiyle (e-bilet) marjinalize edildi. Eskiden, kentli herhangi birinin erişebileceği müsabakalar, artık yalnızca kendini futbol taraftarı olarak tanımlayan insanların seyrine açıldı. Eskiden ben de bu şekilde maçlara giden biriyken, e-bilet saçmalığından sonra ben de tribünlerden koptum, yıllarca uzak kaldım. Eskiden “Said maça gidiyormuş, biz de onla gidelim” diyen arkadaşlarım, şimdi kredi kartı mı çıkartacağız bunun için diyorlar, gelmiyorlar. Eskiden futboldan hiç haz etmeyen annem, başına örtüsünü geçirip, eline örgüsünü alıp 19 Mayıs’a benimle gelebiliyorken, şimdi benim Passolig almama bile göz deviriyor.
Bununla paralel olarak, kent merkezlerinden stadyumlar uzaklaştırılıyor. (Miting ve toplanma alanları da öyle…) Daha modern, daha konforlu statlara taşınıyoruz ama aslında bu bir altın kafes. Bursa’da da Ankara’da da Anadolu’nun birçok kentinde de bu yapıldı. Bizi kentten kopardılar. Stadın ne kadar iyi ne kadar fantastik olduğunun hiçbir önemi yok. Gençlerbirliği futbol takımı, bir senedir maçlarını Ankara’da oynamıyor. Kimse kusura bakmasın, Devlet Mahallesi Ankara ili sınırları içerisindedir ama Ankara kentinin bir parçası değil, bir banliyösüdür ancak.
Stadyumları, tribünleri elden kaçırmamak için tek bir fırsatımız vardı. Tüm Türkiye, Passolig’e karşı birlikte duracak, Gençlerbirliği taraftarının ortaya koyduğu duruşu tüm taraftarlar olarak sergileyecek ve tribünleri ağalık rejimine kaptırmayacaktık. Stadyumların bir ömrü vardır elbet, bazen yıkılıp yeniden yapılmaları gerekir ama biz taraftarlar olarak Yenişehir’den (Yakup Kadri’nin, Sevgi Soysal’ın anlattığı Yenişehir’den) kopmayacaktık. Maalesef o tren yıllar önce kaçtı. Bu yılki yasayla ise tribünde bir kukladan ibaret kalacağız ve maalesef artık taraftar değil birer müşteri gibi görüneceğiz. (Sayın Murat Cavcav’ın imza töreninde yaptığı konuşmadan aynen alıntılıyorum: “… Bizim de bazı şeylere ihtiyacımız var. Hiçbir kurum, hiçbir kuruluş yanımızda, arkamızda değil. Bir tek, kulübümüzü şey yapmak için hiç olmazsa bir taraftarımız [var]… bizim bir kere taraftar başımızın tacı…” Kulübümüz şey yapmak derken Sayın Cavcav?) Bundan sonra bir yasa daha çıkar, seyir alanlarında siyaset yapmak suçtur denir, her taraftar grubu kızar isyan eder, iki ay sonra önce İstanbul takımları intibak eder duruma, sonra birer birer Anadolu takımları, en son biz de “Elimiz mahkûm, ne yapalım?” deriz. Yapacak maalesef başka bir şey yok, çünkü stadyumların ve tribünlerin de liglerin ve müsabakaların da tapusu onlarda… (burada bir ümitsizlik sergilediğimi düşünmeyin, tam tersi ümit ile doluyum, ama neler yapılabileceği konusunu ikinci yazıma saklıyorum.)
Bu alt başlığı özetleyecek olursam: Futbolu da tribünleri de kentin elinden aldılar. Siz inadına gidip, kırmızı ve siyah renkte formalar giyen, göğüslerinde Gençlerbirliği’nin armasını taşıyan on bir adamın bir topu tepiklemesini seyretmeye devam edebilirsiniz. Ama Ankara’nın Gençlerbirliği markası gün geçtikçe silinip gidecek, basit bir tüketim malzemesi olmaktan (üstelik İstanbul takımları para kazansın diye varlığını sürdüren bir tüketim malzemesi bu) öteye gidemeyecek. İşte, bırakın futbol onların olsun derken kastettiğim budur. Küme düşelim, yine küme düşelim, amatör kümeye kadar düşelim gerekirse… Gençlerbirliği, amatör kümeden de şahlanıp Süper Lig’e çıkabilir. Ama bir defa Gençlerbirliği markasının içi boşaltılırsa, Gençlerbirliği bir defa kentten koparılıp atılırsa ve biz buna alışırsak, Gençlerbirliği gibi bir marka yok olur gider, herhangi bir ‘Anadolu Takımı’ndan yani (Yine Sayın Cavcav’ın bahsettiği gibi) beş büyük takımdan hangisinin şampiyon olacağını belirlemek için kukla vazifesi gören herhangi bir futbol takımından farkımız kalmaz.
2. Ankara ve Kentin Marka Değerlerinin İçinde Bulunduğu Kriz
Yukarıda bahsettiğim gibi, Türkiye kentleri ciddi bir merkezleştirme operasyonu altında. Banliyölerin, yani beni kentçik dediğim semtlerin ve ilçelerin (mesela ben aslen Beypazarlıyım ve Gölbaşı’nda oturuyorum, Necdet Abimin forumdaki ismi Polatlılı, Coşkun Abimin forumdaki ismi Çubuk, belki onlar da farkındadırlar bu işin) kimlikleri yok ediliyor ve hepsi birer birer merkeze eklemleniyor. Aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri, makro planda da (maalesef) bir merkezileşme söz konusu. Bütün yollar İstanbul’a çıkıyor. Bazı hükümetler bunu bilinçli bir şekilde gerçekleştirirken, bazı hükümetler buna karşı projeler geliştirdiler ama uzun vadede başarılı olamadılar. Türkiye’nin tüm kentlerinden altı tarafı denizlerle çevrili
yani coğrafi bir sıkışmışlık içinde bulunan İstanbul şehrine göçler oluyor. Tabii ki İstanbul’un da bir kapasitesi var. Bir yerden sonra almıyor. Sonra İzmir gibi, Ankara gibi, Bursa gibi, Adana gibi büyükşehirler bu göçü çekmeye başlıyorlar. Ama kültür, soyut bir şey olduğu için ve coğrafi sınırlama tanımadığı için, tamamen İstanbul’da yoğunlaşmış durumda. Arada bir tane Behzat Ç. gibi Ankara’da çekilen bir dizi görünce koşup sarılıyoruz.
Bir yandan durum buyken, öte yandan ciddi bir Ankara alt kültürü oluşmuyor da değil. Ankaralı olmak ya da Ankara’da okumak, böyle buruk bir heyecan, gizemli bir dünya, biraz yeraltında ama eğitimli ve kültürlü olmak gibi bazı imajlara sahip oldu. Gençlerbirliği yönetimi mesela Ezhel’le iş birliği yaparak bence müthiş bir adım atmıştı. (Ezhel’in yaptığı müzik çok bana hitap etmese de, yapılan işi taktir ediyorum.) Behzat Ç.’nin Gençlerbirliği taraftarı olması yine hakeza bu buruk heyecana ve gizemli dünyaya kendimizi tanıtmamızı sağlayan bir şeydi. Çağın gerekleri düşünülerek, yönetim bu çalışmalarını durdurmak yerine hız verseydi, sosyal medya ve iletişim uzmanlarıyla çalışsaydı, futbola harcadığı mesainin yüzde birini bu işe harcasaydı, iddia ediyorum, Ankara’nın genç nüfusu (Ankaralılar ve Ankara’ya okumaya gelenler birlikte) büyük ölçüde Gençlerbirliği taraftarı olurdu. Çünkü Gençlerbirliği taraftarlığı tam da aslında Ankara’nın bu bahsettiğim gençlerinin kişilik özelliklerine uygun bir taraftarlıktır.
Gençlerbirliği’ni bir kenara bırakacak olursak, bilmiyorum Sosyal Medya’da görüyor musunuz hiç ama Lavarla gibi, Antoloji Ankara gibi sosyal girişimler ciddi anlamda revaçta. Açık konuşmak gerekirse, bir Ankaralı olarak, Lavarla’nın anlattığı Ankara’nın gerçek Ankara’yı yansıttığını pek düşünmüyorum, kendim de Lavarla’nın içeriklerine biraz mesafeliyim açıkçası. Ama bahsetmek istediğim şey şu: müthiş bir insan potansiyeli var, Ankara’da olup Ankara’ya aç olan. Ankara ile ilgili içerik görmek için can atan bir insan yığını var. Ama bunu Ankara’nın markaları ve değerleri fırsata çeviremiyor. Çünkü birbirimizden kopuk durumdayız. Bir araya gelerek daha güzel işler oluşturma konusunda çok vasat kalıyoruz maalesef. Sosyal Medya’da yüzlerce Gençlerbirliği hesabı var ama şöyle Ankaralıların ihtiyacına hitap eden bir tane hesap yok. Zaten taraftar olan insanların kendi aralarında iletişim kurdukları birer araçtan ibaret kalıyor. Ciddi bir ekonomik büyüklüğün söz konusu olduğu ve kurumsal bir yapı olan kulübümüzün Twitter hesabı 2012 yılında kurulmuş ve 38.4k takipçisi var, etkileşim oranı çok çok düşük. 2014 yılında kurulan ve basit bir sosyal inisiyatif olan Antoloji Ankara’nın takipçi sayısı 60k’ya dayanmış durumda ve harika bir etkileşim oranı var. Ne demek istediğim anlaşılmıştır herhalde.
Bu alt başlığı da şöyle özetleyeyim: Ankara insanı kaliteli ve güzel ürünlere, içeriklere ve değerlere aç; bizim elimizde bu açlığın bir kısmını doyurabilecek harika bir marka var ama onlara ulaşamıyoruz. Ne yönetim onlara ulaşabiliyor ne de taraftar.
3. Doğrudan Gençlerbirliği’nin İçinde Bulunduğu Kriz
Gençlerbirliği’nin içerisinde bulunduğu krizin de iki yönü var, birincisi yönetim tarafı, ikincisi taraftar tarafı. Yönetim tarafı kısmını hiç uzatmaya gerek yok: Basiretsiz ve yeteneksiz bir yönetimimiz var. Bu kadar. Sanırım bu konuda hemfikiriz. O yüzden hiç uzatmayacağım ve doğrudan işin taraftarla alakalı kısmına değineceğim.
Bu başlık, benim için yazması en zor başlık, çünkü biliyorum ki sorunları, sıkıntıları vesaire benden çok daha fazla yaşadınız ve bu sıkıntılara birinci elden şahit oldunuz. Ama benim görüşlerimin burada sizin için çok önemli olması gerekiyor. Çünkü ben size dışarıdan bakıyorum. [Yavuz Abi, haklı olarak bana kızdı ve kızgınlığı ile “bir başka grupta kendine yer bul” dedi. Aslında çok haklı. Ben Alkaralar’dan değilim. Sizi çok seviyorum (Durmadan bunu söylüyorum, biriniz de çıkıp “Said bizi bu kadar sevme, evli barklı çoluklu çocuklu insanlarız biz” deyin yahu
) ama ben size dışarıdan bakan biriyim. İşte bu yüzden benim gözlemlerimi can kulağı ile dinleyin diyorum.] Ben Gençlerbirliği ile ilgili ya da özelde Alkaralar ile ilgili bir gözlem yapacağım zaman ya da mesela bir logo üreteceğim zaman, her şeyden önce, etrafımdaki Gençlerbirliği taraftarı olmayan, en fazla Gençlerbirliği’ne sempati ile yaklaşan insanlara soruyorum, sence bu nasıl diye.
Geçen yazdığımda haddimi aşarak Gençlerbirliği taraftarlığınızı sorguladım. Bu sefer öyle yapmayacağım tabii. Ama size benim gözlemim olmayan, çevremdeki insanlara sorarak yaptığım bir kamuoyu yoklamasını paylaşayım: Gençlerbirliği taraftarı sevimsizleşiyor. Maalesef. Ben bu konuda ciğerim yandığı için size çok fevri bir çıkış yaptım, kükrememle sizi ürküttüm. Özür dilerim. Ama bu sefer ortada özür dileyecek bir şey yok, çünkü bu yalnızca benim görüşüm değil. Sevimsizleşiyorsunuz, sevimsizleşiyoruz. Bu durumdan, şartları öne sürerek kolay kolay kaçamayız. Yönetimi suçlayarak, hükümeti suçlayarak, kendimizi aklayamayız. Belki söylediğimiz ve yaptığımız her şeyde haklı olabiliriz ama haklı olmak yetmiyor. Bir de işe yarar bir stratejiye ihtiyacımız var. (Tarih haklı olanları değil, maalesef, kazananları yazıyor.) Şimdi elimden geldiğince dikkatli bir şekilde bu sevimsizleşmenin nasıl olduğunu ve nasıl tezahür ettiğini açıklamak istiyorum.
Özgür Abim, benim önceki yazdıklarımdan içerik üretiminin azlığından şikâyet ettiğimi düşünmüş. (Gerçi evet, bence yeterince içerik üretilmiyor.) Ancak oradaki asıl derdim içeriğin azlığı değildi, asla. Şu an yukarıdan aşağı doğru içeriklerin konusunu yazacağım:
1 Kombine fiyatları hakkında şikâyet; 2. Ankaragüçlü gencecik kardeşlerimizin vefatı hakkında başsağlığı; 3. Hatayspor Kulübü’nün yaptığı açıklamaya cevap; 4. Boluspor’la 2011 yılında yaptığımız bir maçtan güzel hatıralar (Oh be, sonunda insanın içini ısıtan bir içerik!); 5. Yeni sezonda kapalıdayız duyurusu; 6. Murat Karahan ile ilgili güzel bir haber (Oh be, bir tane daha güzel bir içerik çıktı karşıma!); 7. Özat; 8. Cavcav Miti; 9. Özat; 10. Erdi Can Şehit; 11. Kendi stadımız yok… Vallahi içim karardı, daha fazla devam edemeyeceğim. Üzerinizde bir ölü toprağı var derken kastım işte bu. Alkaralar kendini ölümün kollarına bırakmış. Bu konuda sonsöz olarak Nazım Hikmet’e başvuruyorum: “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, / yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, / hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, / ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / yaşamak yanı ağır bastığından.” Ölüme inanmayın sevgili Alkaralar, her şey kötüye gidiyor olsa da siz ölüme inanmayın, n’olur artık yaşamak yanı ağır bassın. Artık gülmeye ihtiyacımız var, artık çirkinliklerle debelenmeye değil, inadına güzellikleri yeşertmeye ihtiyacımız var. O zaman hadi bir de Adnan Yücel’den mısra ekleyelim: “bin kez budadılar körpe dallarımızı / bin kez kırdılar. / yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz / bin kez korkuya boğdular zamanı / bin kez ölümlediler / yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.”
İki şey, birbiriyle mevcudiyet kavgasına tutuşurlar da kendi kimliklerini unutmaya başlarlarsa, birbirlerine dönüşmeye başlarlar. Hayatınızı kötülüklerle savaşmaya adayamazsınız. En az kötülüklerle savaşmak kadar iyilikler ve güzellikler üretmek de önemlidir. Web sayfanızda yazdıklarınızın çoğunu okudum. Haklı mısınız? Sonuna kadar haklısınız. Ama Gençlerbirliği taraftarı olmayan, en fazlası Gençlerbirliği’nin bir iki maçını seyretmiş, Gençlerbirliği’ne sempati duyan insanlara bu sayfayı gösteriyorum, yüzlerini buruşturuyorlar. Çok sevimsiz buluyorlar. Bunu görmek istemiyorlar. Çünkü toplum olarak, yıldık artık!
Bir tanısa sizi çok sevecek insanlar var deyip duruyorum. Kötülükle kavgaya o kadar kaptırmışsınız ki kendinizi, ardınızda kalan çiçek bahçelerini görmüyorsunuz, göremiyorsunuz. Hani dedim ya, dikkatinizi çekebilmek için sizin canınızı acıtmam gerekiyormuş, size saygısızlık etmem gerekiyormuş diye… Ben şapkamı çıkardım, önüme koydum, muhasebemi yaptım ve sizden özür diledim. N’olur, şimdi bir de siz şapkanızı çıkarın ve muhasebenizi yapın. Güzelliklerden bahsettiğimiz zaman bir iki kişinin dikkatini ya çekiyor ya çekmiyor. Ama bir olumsuzluk olduğu zaman hepiniz ayağa kalkıyorsunuz.
Onlar, çiçeklerinizi kırdığı zaman tabii ki “Kırmayın çiçeklerimizi!” diye haykırın ama lütfen, çiçek dikmeyi, çiçeklerimizi sulamayı unutmayın!
Sonuç:
Çok uzattım, farkındayım, o yüzden kısaca özetleyeyim: Futbolun tapusu onlarda. Futbol profesyonelleşirken Gençlerbirliği direnmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Futbolun tapusunu o zaman kaybettik. Stadyumların ve tribünlerin tapusu onlarda. Binaları onlar inşa ediyorlar, istediklerine tahsis ediyorlar, istemediklerini kışkışlıyorlar. Futbolu arazilerden ve çayırlardan devletin ve federasyonun tekelindeki stadyumlara ve borsalara taşıdığımız zaman Stadyumların, Passolig’e direnemediğimiz zaman da tribünlerin tapusunu kaybettik. Gençlerbirliği’ni değil ama Gençlerbirliği’nin Beştepe’deki fiziki varlığının tapusu onlarda. Cavcav’lar bu kulübü bir aile şirketine çevirdiklerinde onlara direnemediğimiz zaman bunu kaybettik. Ama bunların hepsi geri kazanılabilecek şeyler. Bir gün hukuk devleti olursak, bir gün kurumsallaşmanın değerini öğrenirsek, bunların hepsini tekrar kazanabiliriz. Ama olur da Gençlerbirliği’nin soyut mirasını kaybedersek, hiçbir kuvvet bize onu geri kazandıramaz. Eğer Alkaralar sevimsizliğe, umutsuzluğa, karanlığa ve kavga etmeye alışırsa ve bunu içselleştirirse, hiçbir kuvvet bunu geri döndüremez.
Peki ne yapmak lazım? Aklımda birkaç şey var, onları bir sonraki yazımda söyleyeceğim. Sizin de aklınıza gelen şeyler olur, siz de söyleyin. Belki burada yazdıklarım birer safsatadır sizin için, öyle düşünüyorsanız, onu da söyleyin. Belki abesle iştigal ettiğimi düşünüyor olabilirsiniz, ona da eyvallah. İkinci yazım, en kısa zamanda burada olacak. 